Çözümsüz çözüm projeleri – Altan Tan 19 Kasım 2014

1071yılında Hıristiyan Bizanslılarla Müslüman Selçuklular arasındaki Malazgirt Savaşı’nda Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ı onbin askerle destekleyen Kürt Mervanilerden bu yana Türk-Kürt ilişkilerinin tarihi bin yıla yaklaşıyor.

Yaklaşık bin yıllık bu birlikteliğin tamamen sorunsuz ve güllük gülistanlık geçtiği söylenemez.

Ancak tıpki ailelerde olduğu gibi acı-tatlı, mutlu-mutsuz, bazen tartışmalı bazen kavgalı günler olmakla birlikte bu birlikteliğin; halklar-toplumlar arasında tarihin kaydettiği en uzun ve en kaynaşmış örneklerinden biri olduğu söylenebilir.

Kürt Mervani Hükümetinin bizzat destek oldukları Selçuklularca kısa bir müddet sonra ortadan kaldırılması, Çaldıran Savaşı’nda 25 Sünni Kürt Beyliğine özerklik verilirken binlerce Alevi Kürdün öldürülmesi, sağ kalan Alevilerin ise toplumsal hayatın dışına ürülmesi, 1839 Tanzimat Fermanı sonrası Osmanlı Modernleşmesi doğrultusunda merkezi hükümet modeline geçilmesi ile birlikte 1514 Çaldıran Savaşı sonrası Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim ile Kürdistan Beyleri arasında imzalanan özerklik anlaşmasının bozularak Kürt Beylerinin ortadan kaldırılması tarihi Türk-Kürt ilişkilerinin önemli kırılma noktalarıdır.

Bütün bunlara rağmen 1071’den, İttihatçıların iktidarı gaspettikleri 1909 yılına kadar geçen sürenin Kürtler açısından tek taraflı olarak yakıcı, yıkıcı, toplumsal yapıyı alt üst edici, inkarcı ve asimilasyoncu olduğu iddia edilemez.

Kürt Sorununun modern zamanların bir sorunu olarak ortaya çıktığı 20. Yüzyılın başlarından günümüze kadar 3 ana çözüm projesi uygulandı denilebilir.

İttihatçı Kemalist model

1909’da İttihat ve Terakki’nin başlattığı ve 1918 ile 1924 yılları arası (Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi) hariç 2000’li yılların başına kadar uygulanan İnkar-baskı ve asimilasyon dönemi.

Bu dönemi uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Şeyh Said Kıyamı, Ağrı, Zilan, Dersim İsyanları, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ile 1990 yıllarının binlerce köy boşaltılması, faili meçhul cinayetler milyonlarca Kürdün göç ettirilmesi… herkesin bildiği tarihi gerçekler.

Bu projeyi kısaca “İsyancı Kürtleri yok etme, sağ kalan Kürtleri ise Türkleştirme” projesi olarak ifade edebiliriz.

Gülen cemaatinin Kürt çözümü

Gülen Cemaati’nin 2007-2008 yıllarında şekillenmeye başlayan önce Bolu Abant’ta sonrasında ise Erbil’de yapılan toplantılarla somutlaşan Kürt Projesi.

Abant’ta ve Erbil’de düzenlenen toplantıların sonuç bildirgelerinde Kürtçe anadilde eğitim dahil AKP’nin çok ilerisinde birçok hak kabul edilerek kamuoyuna deklare edildi.

Ancak bu çözümün önünde en büyük engel olarak PKK görüldü ve 2009 Mart ayındaki yerel seçimlerden hemen sonra AKP Hükümeti de ikna edilerek KCK operasyonları başladı.

Bu doğrultuda PKK, KCK, BDP mensupları ile bunlara sempatizan sivil toplum kuruluşları ile neredeyse bunlara ‘selam verenler’ bile tutuklanmaya başlandı. 10 bine yakın Kürt cezaevine konuldu, bir o kadarı tutuksuz yargılanmaya başlandı.

Oslo süreci başta olmak üzere PKK’yi muhatap olarak alan her türlü ilişki (görüşme-diyalog-müzakere) PKK’yi büyütme ve güçlendirme olarak görülerek karşı çıkıldı, bozulmaya çalışıldı.

‘Dağdaki PKK’liyi yok etme, şehirdekini ise diskalifiye etme’ esasına dayalı bu “PKK’siz çözüm” süreci yaklaşık 4 yıl sürdü.

Bu süre zarfında Kürtlerin demokratik haklarının tanınması ile ilgili AKP Hükümeti üzerinde ciddi bir baskı da oluşturulmadı. 2010 yılındaki ‘Yetmez Ama Evet’ referandumu ile toplum oyalandı.

Bu projeyi de “Türklüğün emrinde ve kontrolünde, PKK’siz bir Kürtlük” olarak özetleyebiliriz.

AKP’nin çözüm süreci

Oslo süreci ile başlayan, 14 Temmuz 2011 Silvan Olayı ile kesintiye uğrayan; sonrasında ise 26 Eylül 2012 tarihinde Abdullah Öcalan’ın Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup ile tekrar başlayan ve halen de sürdürülmekte olan ve direkt olarak PKK’yi Abdullah Öcalan’ı muhatap alan çözüm süreci.

AKP’nin bu politikası ise başlıca iki ana noktada eleştirilmektedir.

1- AKP’nin çözüm projesine en büyük eleştiri PKK’nin dışındaki laik-seküler, sol, sosyalist, liberal, milliyetçi… Kürt siyasetçiler ile İslamcılar’dan (Kürt-Türk) gelmektedir.

Bu çevreler AKP’yi, çözüm sürecinde PKK’yi tek muhatap olarak almakla; Kürtleri ve Kürdistan’ı PKK’ye terk etmekle suçlamakta, PKK’nin gerek Türkiye’de gerekse Rojava’da ortaya koyduğu pratikle kendinden veya kendi kontrolünde olmayan hiç kimseye hayat hakkı tanımadığını; eleştirilerine gerekçe olarak göstermektedir.

Eleştirilerde Kürtlerin temel haklarının tanınmasının hiçbir pazarlığa gerek kalmadan sağlanması gerektiği belirtilmekte; PKK’nin dağdan inerek/indirilerek ovada siyaset yapmasının/yapabilmesinin sağlanmasının ise ayrı bir konu olduğunun altı çizilmekte; bu iki işin birbirine karıştırılmadan eş zamanlı olarak da yapılabileceği/yapılması gerektiği ileri sürülmektedir.

2- AKP’nin çözümden öncelikli olarak anladığı Kürtlerin ana dilde eğitiminden, Kürtçe’nin kamusal alanda 2. Resmi dil olarak kullanılması ve köy, kasaba, şehir adlarının iadesine kadar olan insani, vicdani, İslami… haklarının tanınması değil, PKK’nin silah bırakarak dağdan inmesi/indirilmesidir.

AKP esas olarak köklü ve kalıcı bir demokratikleşme ile sorunu temelden çözüme kavuşturmak yerine ‘tabutların gelmemesi’ olarak ifade edilen güvenlik esaslı bir politika yürütmekte ve hayati önemi haiz üç seçimi (Mart 2014 Genel Seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 Milletvekili seçimi) ‘kazasız-belasız’ atlatmaya çalışmaktadır. (Nitekim yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri atlatıldı.)

AKP’nin politikası Kürtleri, (aynı zamanda seküler hayat tarzını sürdüren endişeli laikleri, Alevileri, dindarları, Hıristiyanları…) oyalamak, sürecin içini boşaltarak talepleri ötelemek ve bu şekilde iktidarını sürdürmek/sürdürebilmektir.

Son dönemde Kürdistan Federe Bölgesi’nde Barzani ile geliştirilen ilişkilerin de ise Türkiye dışındaki Kürtlerle ciddi ve samimi ilişkiler geliştirmek yerine Türkiye’nin yıllık 70-80 milyar Dolarlık enerji açığının kapatılması ve Barzani Ailesi üzerinden Kürdistan’daki milyar dolarlık ihaleler ve petrol ticareti ön plana çıkmaktadır.

devamını okumak için tıklayınız

Atatürk’ün partisiyim’ fırsatçılığına girerseniz olacağı budur – EZGİ BAŞARAN – 17/11/2014

Tarihçi Doç. Ahmet Kuyaş, Dersim’in hesabının bugünkü CHP’den sorulmasını mantıksız buluyor. Kuyaş’a göre, o zamanki CHP ile bugünkü arasında ‘galaksiler’ kadar fark var. Kuyaş CHP’nin, Atatürk’ün ismini kullanma fırsatçılığına girişerek tek parti döneminin tüm olumsuzluklarını da üstlendiğini vurguluyor.
NEDEN?
Boğaziçi ve Galatasaray Üniversitesi’nde devrim tarihi dersleri veren Doç. Ahmet Kuyaş, II. Meşrutiyet ve erken dönem Cumhuriyet tarihi konusunda en yetkin akademisyenlerdendir. Doç. Kuyaş’la yeniden tartışılmaya başlanan Dersim katliamını, Alevilerin niye CHP’ye oy verdiğini ve 2014 model Kemalizm’i konuştuk.

Celal Bayar’ın avukatlığını yapmış olan Hüsamettin Cindoruk, bir kaç yıl önce yaptığım röportajda Dersim harekatının Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle yapıldığını anlatmıştı. Bugün yine aynı şeyi tartışıyoruz, siz ne diyorsunuz? Dersim katliamı Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle mi yapıldı?
-Dersim harekatı ile Dersim katliamını ayırmak gerekir her şeyden önce. Birincisi için evet, ikincisi için hayır derim ben. Harekatın emrini Atatürk verdi ama emrettiği şey katliam değildi.

Ama böyle bir harekatın sonunda çiçeklerin açması beklenmiyordu herhalde?
-Elbette hayır. Fakat bazı şeyler bilinmiyor. Atatürk, Dersim konusunda aşırı duyarlıydı. Çünkü tam 17 yıl önce bir başka Dersim harekatı yaşanmıştı. Biz tarihte buna Koçgiri isyanı diyoruz. Bu isyan bastırılırken büyük bir talihsizlikle görev yüksek rütbeli bir Nurettin Paşa’ya veriliyor. Talihsizlik dememin sebebi bu paşanın çok muhafazakar bir Sünni olmasından ileri geliyor. Koçgiri isyanını öyle vahşi, öyle kanlı bir şekilde bastırıyor ki, milletvekilleri dahi isyan ediyor ve Mustafa Kemal’in başı çok ağrıyor. 1937-38’e gelindiğinde yine böyle bir şey yaşanmasını istemiyor Atatürk. Kaldı ki o günlerde devlet meseleleriyle çok da ayrıntılı biçimde ilgilenemiyor, zira hasta. Ama tabii Dersim’e ciddi bir harekat yapılmasından kesinlikle haberdar.
Yani?
-Bakın Mustafa Kemal ve o dönemin devlet adamlarının dinle ilişkileri dindarlık boyutunda olmasa da Aleviliğe Osmanlı refleksiyle bakıyorlardı. Refet Paşa’yı düşünün. Atatürk’ün en yakın adamlarından biri. Bir takım tereddütler sonucunda 1919 Ağustos’unda Atatürk’ün Sivas Kongresi’nden vazgeçmesi sözkonusu oluyor. Refet Bey ile yazışıyorlar. Refet Bey, Atatürk’ü Sivas’ta kongre yapmamak için nasıl ikna etmeye çalışıyor dersiniz…
Ne diyor?
-‘Bura ahalisi kansız olduğu için burada kongre yapmayalım.’ Kansız derken tahmin edeceğiniz üzere Alevileri kastediyor. Sonuçta Sivas’ta kongre yapılıyor ama bu o dönemdeki Aleviliğe bakışı anlatması bakımından önemli bir göstergedir. Düşünebiliyor musunuz, Kazım Karabekir gibi dini bütün bile olmayan Refet Paşa gibi bir Osmanlı subayının ağzından gayet doğal biçimde böyle bir cümle çıkmasını… Bizim merkez kültürünün baskın Sünni karakteri var ya, işte onun ürünü. Dolayısıyla Atatürk’ün de Dersim harekatını isteyen, destekleyen bir adam olduğundan hiç kuşkum yok.
Öyleyse Atatürk’ün Aleviler ile ilgili fikir ve his dünyasını nasıl tarif edersiniz?
-Kafasında önemli bir yer kapladığını sanmıyorum çünkü Atatürk gerçek bir seküler düşünce insanı. Yani herhangi bir siyasal çözümleme yaparken ‘Bu Yahudidir, bu Ermenidir, bu Alevidir’ diye düşünen bir adam değil. Politikanın iç mekanizmalarını işleten, ekonomi, strateji pencerelerinden bakan bir insan.
Alevilerin Atatürk’e bağlılıklarını nasıl açıklayacağız bu durumda?
-Sünni merkez sistemini kıran bir devlet yapısı kurmasıyla, yani laikliğe bağlılıkla.
E ama Dersim harekatı emrini vermesi o Sünni aklın bir sonucu değil mi?
-Değil çünkü bu bir anti-Alevi harekat değil.
Nedir?
-Anti-Dersim harekatı.
Aynı kapıya çıkmıyor mu? Orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olması bir tesadüf mü?
-Hayır elbette fakat Dersim ile devletin sıkıntısı birincil olarak orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olmasıyla ilgili değil. Onların devlet ile kurduğu ilişkiyle ilgili. Osmanlı Devleti’nin isyanlarla mücadele yöntemlerini düşünün. Tuna Nehri’nden Basra Körfezi’ne kadar Tanzimat’tan sonra herkes isyan halinde. Neden? Vergi vermek istemiyorlar, asker vermek istemiyorlar, vesaire vesaire. Merkezi devlete bir nevi ‘Gölge etmeyin başka ihsan istemez’ diyorlar. Merkez ise oraya bir vali, bir kaymakam atamak gibi şeylerin peşinde. Mesele bu.
Şimdi dönüp baktığımızda yine de Dersim’deki halkın Kürt ve Alevi olmasıyla harekat arasında bir bağlantı kuramaz mıyız?
-Ben merkezin ve Mustafa Kemal’in o kadar cahil olduğunu sanmıyorum. Yani Dersim’e sadece halkı Kürt ve Alevi olduğu için harekat düzenleyecek kadar cahil olamazlar. Bunu Dersim’de aslında o dönemde ciddi bir isyan olmadığını bilmeme rağmen söylüyorum üstelik.
Dersim’de ciddi bir isyan yoktu ve bu harekat yapıldı ve bu harekatın oradaki halkın etnik yapısıyla ilgisi yok, öyle mi?
– Şeyh Sait İsyanı çıktığında Atatürk Trabzon’a, Muğla’ya ve İstanbul’a telefon ediyor, ne oluyor diye. Yani sürekli bir karşı devrim korkusu var. Atatürk döneminin düşüncesiyle 80 sonrası Ankara düşüncesi arasında pek bir fark yok. Nasıl Ankara 3 PKK’liyi yakalamak için köyler yakıyor, herkesi dayaktan geçiriyor ve halka dışkı yediriyor… Atatürk döneminde de aynı sertlik var. O sertlik hep var aslında. Yalnız bu bastırma sertliğinin ardında her zaman merkezi bir karar aramamak lazım. Kimse Dersim halkını mağaraya tıkıp üzerlerine alev topları gönderin dememişti.
Dersim harekatının böyle bir vahşetle son bulmasından Atatürk’ün haberi var mı?
-Öyle diyebiliriz. Oturup ağladığını hiç sanmıyorum ama harekatın böyle vahşetle sonuçlanmasında özel bir emri olduğunu da düşünmüyorum. Üst düzey yöneticilerin tenkil ve tehcir gibi bir takım kararları aldıkları doğru ama bunların çok ağır bir şiddetle uygulamaya konmasına özgü bir emir vermedikleri kanısındayım. Bununla ilgili kanıtın var mı diyeceksiniz. Yok. Ama aksi olduğuna dair de kanıt yok. Ama tabii hukuken bu ağır şiddet eylemlerini yapan erin, erbaşın cezalandırılmaması o üst düzeydeki karar vericileri bir suç ortağına dönüştürüyor.
Geçmişin suç ve suç ortaklığıyla ilgili CHP mesul tutulamaz mı bugün?
-CHP’nin adının CHP olması tarihimizin büyük ahmaklıklarından bir tanesi. Çünkü Atatürk’ün kurduğu Halk Fırkası olan partiyle bugün Kılıçdaroğlu’nun yönettiği parti arasında dünyalar değil, galaksiler kadar fark var. CHP ismini alıp, logolarına da 6 oku koymaları bir tür fırsatçılıktı. Atatürk’ü kullanabilmek için bu ismi aldılar ama tek parti yönetiminin bütün belalarını da üstlenmiş oldular. Böylelikle Tayyip Erdoğan gibi birisi tarafından alay edilir hale geldiler. ‘Ben Atatürk’ün partisiyim’ derseniz, bu fırsatçılığı yaparsanız olacağı budur. Tek parti döneminin olumlu olumsuz tüm yüküyle uğraşacağınıza sizin 21’inci yüzyıla uygun bir sosyal demokrat parti olmanız gerekirdi.
Öyleyse Dersim’in hesabını bugünkü CHP’den sormak mantıksız mı?
-Mantıksız çünkü o işleri yapan CHP ile bugünkü CHP arasında çok fark var. CHP’ye özür dile deniyor, peki dilesin ama şu anda ortada tuhaf bir aile faciası gibi birşey var. Partinin başındaki kişi Dersimli. O nasıl özür dileyecek?
Alevilerin oyunu kaybetmekten korkuyor olabilir mi CHP?
-Alevilerin CHP ile ilişkisi Dersim’den bağımsız aslında ve ne ‘celladına aşık olma’ ne de ‘Stockholm Sendromu’ ile açıklanabilir. Onlar CHP’ye oy veriyor çünkü sekülerizmin hakim olduğu bir anlayışla yönetilmek istiyorlar. İslamı siyasi bir malzeme olarak kullanan Sünni, muhafazakar bir partiye oy vereceklerini sanmıyorsunuz herhalde. 1954’te niye CHP’ye oy verdi diye sorsanıza…
Sorayım…
-Demokrat Parti kurulduktan sonra ilk zaferini aldığında Dersim ona oy vermişti. Aradan 4 yıl geçti, Demokrat Parti’nin ne olduğunu gördü Aleviler ve bir daha da hiç oy vermediler. Alevilerin tarihinde Sünniler tarafından itilip kakılmışlık, öldürülmüşlük var. Dolayısıyla Alevilerin ne MHP’ye ne AKP’ye oy vermeyeceğini görmek lazım. E kime verecekler? CHP’ye. Mantığı böyle kurmak lazım. Burada siyasi bir analiz ve akıl var. Dersim’i devrimci bir diktatörlük olan tek parti yaptı diye düşünüyor. Ki doğru. O bakımdan Alevilerin Dersim’e rağmen CHP’ye oy vermesinin sebebi çok basit.
Atatürk yapmamıştır şeklinde bir kabullenmeme de yok mu Aleviler’de?
-Elbette var. Çok da yanlış. Atatürk tek parti döneminin başında olan bir adam. Bu bir diktatör ve çeşitli konularda sert politikaları var. Alevileri bırakalım, Sünnileri alalım ve Kubilay hadisesine bakalım. Orada isyancılardan birine 30 santimetre ip sattı diye Yahudi dükkancı da asılıyor. Tek parti sertliği böyle bir şey. Batı ülkelerinde de bunu görüyoruz. Merkezin kendini bir şekilde empoze etmek için yapabildiği sertliğin boyutları bizdekinden az değildir. Bu sertliklerin hepsi de Nazizm veya Faşizmle özdeşleştirilemez bana göre. Tanzimat devleti de, Abdülhamit devleti de, Cumhuriyet devleti de vatandaşına sertlik uyguluyor. Cumhuriyet devletinin bu sertliği uygularken getirdiği bir şey Alevilerin yüzyıllardır özlemini duyduğu özgürlüğe yer açıyor. Nedir o? Laiklik. Bir de 1950-54 arasında yapılanları görünce diyorlar ki ‘Biz doğrudan İslam’a gönderme yapan sağ bir partiye oy vermeyiz.’

AHMET HAKAN’IN 9’U 5 GEÇE AYAĞA KALKMAMASI DOĞRUDUR
Biraz önce ‘Atatürk bir diktatördü’ dediniz. Bir diktatörü niye ‘özlüyoruz’, bir diktatörün niye ‘izindeyiz’…
-Stalin için de ah vah eden insanlar var unutmayınız. Bu halin bir çok sebebi var, bazıları benim uzmanlık alanımın dışına çıkıyor ve psikoloji deniyor. Bana kalırsa bunun temel nedeni bu ülkenin dünyayla ilişkisi çok sınırlı olan insanlardan oluşması. Yani bir takım değerleri yanına bir Atatürk ya da bir başka isim takmadan savunamıyorlar. Benim çok tepki çeken bir cümlem vardır: İnsan haklarına saygılı, çağdaş bir demokrat olmak için bir Danimarkalının Atatürk’e ne kadar ihtiyacı varsa, sizin de o kadar var.
Güzelmiş…
-Güzel de sevgili Türkler Atatürksüz bir savunma ya da eleştiri söylemi geliştiremiyorlar ve bu laf yüzünden bana kızıyorlar. Ben çağdaş olmaktan yanayım diyemiyor da Atatürk’ün resmini asıyor.
Bir diktatör nasıl çağdaşlık sembolü olabiliyor?

devamını okumak için tıklayınız 

IŞİD Mahmur’un acılarını depreştirdi – FEHİM TAŞTEKİN

İlk durağım, bağrında yılan ve akrepten başka bir şeyi barındırmayan dağın eteğine kurulu Mahmur Kampı… Peşmerge ve PKK’lilerin birlikte nöbet tuttuğu kontrol noktaları, sağda Öcalan’ın portresinin asıldığı güvenlik kulübesi, solda terk edilmiş BM ofisi…
Türkiye’de barış süreciyle PKK’nin silahsızlanması tartışması yapıladursun Ortadoğu’daki gelişmeler örgüte hem siyasal hem askeri alanda genişleme fırsatları sunuyor. Kürtlerin Rojava (Batı [Kürdistan]) diye andığı Suriye’nin kuzeyi, Abdullah Öcalan’ın demokratik özerklik projesi için uygulama alanına dönüşürken Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak Kürdistan Bölgesi’ne, Kürtlerin deyimiyle Başur’a yönelik saldırıları PKK’ye geniş bir alan açtı. Ezidilerin tarihi vatanı Şengal’den Kerkük’e, Türkiye’den göç etmek zorunda kalan Kürtlerin yaşadığı Mahmur’dan Türkmenlerin kasabaları Taze Hurmatu, Beşir ve Tuz Hurmatu’ya kadar geniş bir alanda PKK’nin silahlı kanadı Halk Savunma Güçleri (HPG) kontrol noktalarında peşmergeye eşlik etmeye başladı. Sahadaki yeni durumu anlamak için gittiğim Erbil’de Şengal’in düşüşünün ardından IŞİD’ın yaklaştığı kentte yaşanan kaçış ve partilerin çağrısıyla Kandil’den gelen PKK’lilerin caddelerde tur atıp halka nasıl moral verdiğine dair hikâyeleri dinledikten sonra güneye açıldım. İlk durağım 17 Eylül’de Arap ve Kürtlerin birlikte yaşadığı Mahmur ilçesinin yanında bağrında yılan ve akrepten başka bir şeyi barındırmayan dağın eteğine kurulmuş Mahmur Kampı oldu. Peşmerge ve PKK’lilerin birlikte nöbet tuttuğu kontrol noktalarını geçip vardığımız kampın girişinde HPG yazısının yer aldığı bir bariyer, sağda Öcalan’ın portresinin asıldığı güvenlik kulübesi, solda terk edilmiş BM ofisi.

BİTMEYEN KÂBUS: 1993-1994
Az ileride bir sokakta bir insanın kaçarken taşıyabileceği ev eşyasıyla yüklü bir kamyon sırayla toprak ve taştan yapılma evlerin önünde durup yükünü indiriyordu. Yaşlı bir kadın 6 Ağustos’ta IŞİD’ın kampa girişini, insanların tahliyesini ve ardından PKK’nin takviye güç göndermesiyle kampın geri alınışını anlatmaya başladı. Kürtçe konuşuyordu. Türkiye’den geldiğimi öğrenince sustu, sırtını dönüp uzaklaştı, tekrar dönüp teatral bir gösteri sunar gibi öfke ve kahırla geçmişin melanetini önüme döktü: “Asker geldi, elbiselerimizi çıkarttırdı, bir pijamayla kaldım. Bizi köy meydanında topladılar. Komutan hakaret etti, tehdit etti, ‘Teröristlere ekmek vermeyeceksiniz’ dedi. Sonra yine geldiler, dövdüler. (Elindeki su şişesini göğsüne bastırarak-FT) Silahı aha böyle dayadılar. O zaman anladım ki Kürt olduğumuz için bunlar başımıza geliyor. 1993’te tanklar geldi, köyü bombaladı, evler yıkıldı. Toplandık, gitmeye karar verdik. Kamptan kampa sürüldük. İşte bu çöle geldik. Yılanlar, akrepler çocuklarımızı bizden aldı!”

Bu anıların sahibi Narınç Kaya. Roboski’nin Hilal köyünden. Kaç yaşında olduğunu bilmese de anıları dipdiri ve yakıcı.

TAKVİM 1993’TE TAKILI KALMIŞ
Kampta zaman durmuş, takvim sanki hala Şırnak’taki köy yakma olayları nedeniyle insanların evlerini terk edip güney geçtiği 1993 yılını gösteriyor. Çölden farksız olan Mahmur’a gelinceye kadar 7 kez yer değiştirmek zorunda kalan Mahmur sakinlerinin sürgün anıları IŞİD’ın yaşattığı geçici sekizinci sürgünle depreşmiş. Aracında Şivan Perver dinlediği için dövülen ve Kürtçe kasetleri kırılan , ‘Elimden gelse Kürtçe konuşamayasın diye senin dilini de bağlarım’ diye tehdit edilen, işkence gören ve sonunda evleri yakılan insanların hikâyeleri… “Artık Kürtçe yasak değil, ortam değişti” yönündeki hatırlatmaların da karşılığı yok. 6 yaşındayken ailesiyle birlikte köyünü terk ettikten sonraki günleri “Neh Dare’ye vardığımızda çok soğuktu, kar yağıyordu, titriyordum, o geceyi unutamam. 4 ay dışarda kaldık. Çevre köylerden naylonlar toplandı, çadır yapıldı” diye anımsayan Şırnaklı Fatma İzer için 2011’de tekerrür eden tarih Mahmur’daki takvimin neden 1993’te takılı kaldığını izah ediyor: “Kim dönmek istemez? Zaten 2011’de bir kere döndük. Yine cezalandırıldık. Barış Grubu olarak Bakur’a (Kuzey Kürdistan) gittiğimizde herkese dava açıldı. Bana yasadışı örgüt üyeliğinden 7.5 yıl ceza kesildi. İlk giden 5 kişi tutuklandığı için diğerleri duruşmaya katılmadı. Ben de katılmayıp tekrar Mahmur’a göndüm.”

Peki, tekrar bir girişim olursa yine barış grubunda yer alıp almayacağı sorusu üzerine İzer, Mahmur’da 450 kişinin katılımıyla iki yılda bir yapılan halk konferansının dönüş şartlarını anımsattı: “Önderliğin (Öcalan) özgürlüğü, Kürt halkının siyasi ve kültürel kimliğinin tanınması, anadilde eğitim, yerel yönetimler özerklik şartının kabul edilmesi, koruculuk ve JİTEM gibi özel savaş birimlerinin lağvedilmesi, halkın zararının tazmin edilmesi. Siyasi güvence olarak sınır ihlali ya da örgüt üyeliği nedeniyle yargılanmama garantisi verilmeli… Ayrıca dönersek toplu kalmak istiyoruz.”

IŞİD’A KARŞI ÖZ SAVUNMA GÜCÜ
Mahmur sakinlerinin 20 yıllık acısını daha da acı kılan IŞİD’ın Türkiye tarafından desteklendiğine inanıyor olmaları. 40 gün önce IŞİD’ın gelişiyle boşaltılan kampa geri dönüşlerle durum sükûnete kavuşmuş gözükse de kampı çeviren stratejik noktalarda HPG tetikte. Mahmur Kampı Dış İlişkiler Komitesi Üyesi Polat Bozan, IŞİD’ın gelişiyle yaşananları ve mevcut durumu anlattı:

“Mahmur ilçesinde Kürdistan Demokrat Parti’nin (KDP) peşmergeleri vardı. Daha IŞİD gelmeden ortak savunma önerdik ama dinlemediler. IŞİD gelince de çekip gittiler. Silahları bize bırakmalarını istedik, vermediler. İlçe sakinleri zaten bir hafta önce gitmişti. Guver de IŞİD’ın eline geçince, Mahmur Kampı’nın arkadan çevrilme riski belirdi. Bu yüzden halkı tahliye ettik; 12 bin insanı araçlarla 2.5 saatte taşıdık. Yurtsever insanlar Erbil’den araçlarla gelip tahliyeye katıldı. Halkı Erbil, Ranya ve Haciva’ya götürdük. IŞİD ilçeye girdikten iki gün sonra buraya sızdı. Saldırı sırasında Sterk tv muhabiri Deniz Fırat öldü, 3 kişi yaralandı. Bir gün sonra HPG’nin takviye gücüyle birlikte kampı geri aldık. Gerillanın gelişi peşmergeye moral verdi. Önce Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) özel güçleri, ardından KDP güçleri geldi. Böylece ilçe de geri alındı. Şu an biz de Rojava’daki Halk Savunma Birlikleri (YPG) gibi örgütleniyoruz. Kampta 300 kişilik öz savunma gücü oluşturduk. HPG ise dağlık alanda savunma hatları oluşturdu.”
devamı için tıklayınız